Nükleer Denge: Korkunun Yön Verdiği Yeni Savaş Çağı

Nükleer Denge: Korkunun Yön Verdiği Yeni Savaş Çağı

Dünya, İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde sadece bir savaşı değil, insanlığın geleceğini
de kapkara bir gölgeyle mühürledi. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları,
milyonlarca kişinin aklında sadece ölümle değil; “bir daha asla” dedirten bir korku
mitolojisiyle yer etti. Ama asıl tehlike bundan sonra başladı. Çünkü o günden sonra savaşın
amacı kazanmak değil, başlatmamayı başarmak oldu. Nükleer silahlar, artık bir saldırı değil,
bir suskunluk silahına dönüştü. Ve bu gerilim yüklü sessizlik, kimi zaman tek bir kıvılcımla,
tüm bölgeyi yutacak bir cehenneme dönüşebilir.
Soğuk Savaş yıllarında Amerika ve Sovyetler Birliği, devasa nükleer stoklar biriktirdi. Öyle
ki gezegenin birkaç kez yok edilebileceği söyleniyordu. Ama bu silahlar hiç kullanılmadı.
Çünkü herkes biliyordu: Bir nükleer savaşın galibi olmayacak. Ama mesele şu ki,
kullanılmamış olmak, kullanılmayacak anlamına gelmiyor. Nükleer silahlar, savaşları değil,
liderlerin ruh hâlini tehdit analizine dönüştürdü. Bugün bir liderin ruh hâli, devasa askeri
planlardan daha fazla konuşuluyorsa, sebebi düğmeye en yakın parmakların yarattığı
dehşettir.
Ukrayna Savaşı bunun net örneğidir. Rusya, Ukrayna’ya topyekûn girerken Batı elini kolunu
bağladı. Çünkü Kremlin’den gelen tek cümle yeterliydi: “Nükleer silahlar masada.” O masada
diplomasi yoktu, ahlak yoktu, sadece kıyametin eli vardı. Aynı senaryo, Pasifik’te Çin
üzerinden oynanıyor. ABD’nin Tayvan’a açık destek verememesinin arkasında sadece askeri
mesafe değil, nükleer gerçeklik yatıyor. Bu çağda artık devletler savaşmayı değil, akıl
sağlığını koruyarak dengeyi sürdürebilmeyi yönetiyor.
Ancak içinde bulunduğumuz yüzyıl, daha tehlikeli bir eşiğe sürükleniyor: Taktik nükleer
silahlar. Bunlar, büyük şehirleri yok etmek için değil; cephe hattındaki birlikleri, askeri üsleri
ya da sınırlı hedefleri vurmak için geliştirilen, düşük etkili ama stratejik sonuçlar
doğurabilecek silahlar. Yani artık nükleer bomba sadece “kıyamet silahı” değil; lokal
krizlerde, küçük öfkelere karşı kullanılabilir bir araç olarak da düşünülüyor. Örneğin
Rusya’nın Ukrayna cephesinde zaman zaman “kısıtlı nükleer seçenek” imasında bulunması,
bu silahların doktrinlere ne kadar sızdığını gösteriyor. Böylece savaşın “kontrollü
nükleerleşmesi” normalleşiyor. Fakat kontrollü nükleer savaş diye bir şey yoktur; bu ancak
kontrolsüz bir felaketin provası olabilir. Çünkü asıl tehlike, bu fikrin giderek kabul görmesi.
Zira savaş alanında en hızlı yayılan virüs, bir kez dillendirilmiş yanlış bir fikirdir.
Bugün dünyada resmen nükleer silah sahibi olduğu teyit edilmiş 9 ülke bulunuyor: Amerika
Birleşik Devletleri, Rusya, Çin, Fransa, Birleşik Krallık, Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore ve
İsrail. Bu bilgi, Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2024
verilerine dayanmaktadır. Ancak burada ilginç bir çarpıklık ortaya çıkıyor: Nükleer silaha
sahip olmak, uluslararası güvenlik mimarisinde bir savunma şemsiyesi değil, çoğu zaman bir
jeopolitik şantaj aracı işlevi görüyor. İsrail, nükleer silah sahibi olduğunu ne açıkça kabul
ediyor ne de reddediyor; buna rağmen Batı’dan herhangi bir yaptırıma maruz kalmıyor. Öte
yandan İran’ın sadece nükleer enerji üretme kapasitesine sahip olması bile küresel baskı ve
yaptırımları tetikliyor. Bu çifte standart, nükleer silahların yalnızca askeri değil, politik bir
güç simgesine dönüştüğünü gösteriyor. Masaya oturulduğunda, elinde nükleer koz olan
ülkeler söz sahibi oluyor; olmayanlar ise rejim tartışmalarına maruz kalıyor. Bu nedenle
Kuzey Kore’nin en büyük garantisi zayıf ekonomisi değil, sahip olduğunu ilan ettiği nükleer
başlıklardır. Hatta Taliban gibi aktörler dahi zaman zaman “nükleer güç olursak meşruiyet
kazanırız” gibi açıklamalarla sistemin çarpıklığına işaret ediyor. Sorun artık silahın büyüklüğü
değil; o silaha kimin sahip olduğunun doğurduğu siyasi ayrıcalıkta yatıyor.
Türkiye gibi devletler ise bu nükleer denge tablosunda sadece bir “şemsiyeye” sığınarak değil,
kendi tarihî derinliği ve stratejik zekâsıyla pozisyon alıyor. Türkiye, resmî olarak nükleer
silaha sahip olmasa da, bulunduğu coğrafyanın ağırlığını bilen, diplomatik kapasitesini etkin
kullanan ve gerektiğinde caydırıcı unsurları devreye sokabilecek bir devlet aklına sahiptir.
NATO ittifakının önemli bir üyesi olarak, Batı’nın nükleer şemsiyesinden faydalanmakta;
ancak bu şemsiyenin her fırtınaya karşı yeterli olmayabileceğinin de farkındadır. Çünkü
bölgesel tehditler klasik güvenlik mimarileriyle sınırlanamaz. Bu nedenle Türkiye, savunma
sanayiini her geçen yıl daha da güçlendirmekte, caydırıcılık kapasitesini millî imkânlarla
tahkim etmektedir.
Mesele sadece nükleer silaha sahip olmak değil, bu gücü yönetecek devlet aklına ve tarihsel
sorumluluğa sahip olmaktır. Türkiye Cumhuriyeti, yüz yılı aşan birikimiyle, savaş
kışkırtıcılarına karşı soğukkanlı; ama tehdit edenlere karşı da asla eli zayıf olmayan bir devlet
refleksi geliştirmiştir. Unutulmamalıdır ki, bombalar devletleri değilse bile liderleri
büyütebilir; ama gerçek büyüklük, aklın ve itidalin öncülüğünde kurulan kalıcı barış
zeminlerinde ortaya çıkar. Türkiye de bu zeminleri inşa etme iddiasında olan ender ülkelerden
biridir.
Nükleer silahlar, insanlığın ulaştığı bir akıl zirvesi değil; aslında korkularımızın şekil bulmuş,
donmuş halidir. Henüz kullanılmamış olmaları, onları daha az tehlikeli yapmaz. Aksine, her
zaman bir tehdit olarak masada durmaları, bu gücü görünmeyen ama her şeye yön veren
karanlık bir otoriteye dönüştürüyor. Bugün barış dediğimiz şey de belki sadece bu tehdidin
yarattığı geçici bir sessizliktir. Gerçekte savaşı ortadan kaldırmadık; yalnızca onu daha büyük,
daha yıkıcı bir ihtimale dönüştürdük. Ve şimdi dünya, nefesini tutmuş bir şekilde, o ölümcül
düğmeye hiçbir zaman basılmaması için dua ediyor.
Tarih, en son 1945 yılında Hiroşima ve Nagasaki üzerinde patlayan iki atom bombasının
dehşetini gördü. O günden bu yana hiçbir ülke, savaşta nükleer silah kullanmaya cesaret
edemedi. Fakat 13 Haziran 2025 sabahı yaşananlar, bu sessizliğin sonsuz olmadığını gösterdi.
İsrail’in, İran’ın Natanz, İsfahan ve Fordow’daki nükleer tesislerine düzenlediği hava saldırısı,
yalnızca bir operasyon değil; doğrudan nükleer eşiklere yapılmış bir hamleydi. Bu saldırıya
karşılık olarak İran’ın, aynı gün 150’den fazla balistik füzeyle Tel Aviv’i hedef alması, artık
yalnızca şehirleri değil, stratejik sabır sınırlarını da hedef aldığını gösterdi.
Bu süreçte dikkat çeken şey, klasik savaş dilinin yerini almış olan hesaplı çılgınlık dili. Artık
savaşları generaller değil, uçuş süresi hesaplayan algoritmalar, taktik nükleer senaryoları
simüle eden dijital zihinler yönlendiriyor. Karşılıklı restleşmelerde geçen cümleler bile
geleneksel diplomasinin çok ötesinde: İsrail’in “Tahran’ı haritadan sileriz” sözü ile İran’ın
“İsrail nükleer merkezlerini vurabiliriz” açıklamaları, artık nükleer korkunun sadece bir
teoriden ibaret olmadığını, pratiğe son derece yakın durduğunu açıkça gösteriyor.
Eğer bu gidişat durdurulmazsa, dünya çok da uzak olmayan bir zamanda, taktik nükleer
silahların küçük çaplı savaşlarda kullanılmasını normalleştiren bir döneme girebilir. Bu da
nükleer silahların sadece büyük kıyamet senaryoları için değil, sınırlı ve yerel çatışmalarda
bile devreye sokulabileceği anlamına gelir.
Ve nükleer denge kapsamında korkunun yön verdiği yeni savaş çağı cümlesi artık sadece
tarihsel bir refleks değil, günümüzün en büyük gerçekliğidir.Eğer karar vericiler aklıselim
yerine öfkeyle hareket etmeye başlarsa, diplomasinin dili susar; yerini kontrolsüz yıkım alır.
İşte o an geldiğinde, uluslararası toplum barışın nasıl bir şey olduğunu hatırlamakta bile
zorlanabilir.

Yazar