Ruhani Terör ve İdeolojik Sızma Doktrini Perspektifinden Haşhaşiler ve FETÖ
Tarih boyunca savaş meydanlarının ötesinde, zihinleri ve inanç sistemlerini hedef alan mücadelelerde medeniyetlerin yönünü tayin etmiştir. Dış düşman kadar tehlikeli olan, içeriden gelen, inançla örtünmüş ve kitlelerin zihinsel haritasını yeniden çizen yapılar; toplumların en savunmasız yanlarını hedef almıştır.11. yüzyılda Hasan Sabbah’ın öncülüğünde kurulan Haşhaşiler ile 21. yüzyıl Türkiye’sinde devlet kurumlarına sızan FETÖ yapılanması arasındaki benzerlikler; tarihsel bir rastlantı olmaktan çıkıp ideolojik sızma tekniklerinin sürekliliğinin göstergesidir. İki yapı arasında yüzlerce yıl olsa da, kullandıkları yöntemler ve zihin işgal stratejileri çarpıcı bir ortaklığı işaret etmektedir.
Siyasal ve toplumsal süreçlerde liderlik ile kutsiyet arasında kurulan bağ, kitlelerin sorgulama kabiliyetini felce uğratacak kadar güçlü olabilir. Bu bağ aşırı idealize edildiğinde ortaya bir tür lider kültü çıkar. Bu kültte lider, hem politik hem de dinî nitelikler taşıyan, âdeta kutsallık atfedilen bir figürdür.Haşhaşilerde bu figür Hasan Sabbah’tır. Onun sözleri tanrısal bir hüküm gibi algılanmış, takipçileri onun uğruna gözünü kırpmadan ölüme gitmiştir. Sabbah, fedailerini cennete gideceklerine inandırmış; böylece ölüm onlar için bir fedakârlıktan ziyade ödül haline gelmiştir.
FETÖ yapılanmasında da benzer bir kutsiyet algısı Fethullah Gülen etrafında inşa edilmiştir. Gülen sıradan bir dinî lider olarak gösterilmeyip , sözde çağın mehdisi gibi yüceltilmiş; eleştirilemez, sorgulanamaz bir konuma yerleştirilmiştir. Cemaat içinde kullanılan sözde hoca efendi hazretleri veya kutlu zat gibi ifadeler, bu kültü açıkça yansıtmaktadır. Üyeler, liderlerinin en sıradan sözünü dahi kutsal bir anlam yükleyerek içselleştirmiştir. Bu yapı, bireyin aklını, vicdanını ve kişiliğini lider figürüne teslim ettiği bir sadakat rejimi üretmiştir.
Bu tür yapılar, lider figürünü hem dünyevi hem uhrevi bir otoriteye dönüştürerek kitlelerin sorgulama refleksini ortadan kaldırır. Karizmatik liderin sözleri doktrinleşir, emirleri sorgusuz itaate dönüşür. Lider kültü sadece örgütsel bağlılığı öncelemez ve bireysel kimliği de şekillendiren bir kontrol aracına dönüşür. UNODC (Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi) başta olmak üzere pek çok uluslararası kuruluş, dinî kisve altındaki örgütlenmelerin bu yapısını inanç temelli radikalleşmenin en etkili zemini olarak tanımlar. FETÖ yapılanması da bu çerçevede, dinî görünümlü ancak yapı ve işlev açısından yıkıcı bir örgüt olarak değerlendirilmektedir. Liderin mutlak otoritesi etrafında şekillenen bu yapı, bireyin zihnini esir alarak, onu rasyonel akıldan ve hukuk devleti ilkelerinden uzaklaştıran bir bağlılık ilişkisi üretir.
Haşhaşiler ise doğrudan cephe hattında çarpışmak yerine görünmez kalmayı ve hedeflerini en savunmasız anlarında etkisiz hale getirmeyi tercih eden bir strateji benimsemiştir. Suikastlar genellikle katip, derviş ya da yol arkadaşı kılığında yaklaşan kişiler aracılığıyla gerçekleştirilmiş; bu yöntem, düşmanı fiziksel güçle ezmekten çok, beklenmedik anlarda gelen saldırılarla zihinsel bir baskı kurmaya dayanmıştır. Örgüt, şiddet unsurunu sadece fiziki yok etme amacıyla kullanmayıp toplum üzerinde sürekli bir tehdit algısı yaratarak psikolojik bir üstünlük tesis etmiştir. Uyguladıkları yöntemler, doğrudan çatışmadan çok, hedefin zayıf noktasına yönelen, korku üzerinden kontrol sağlamayı esas alan bir yapı sergilemiştir.
Suikast stratejileri ise cephe savaşı mantığından uzak, gizlilik ve psikolojik etki üzerine temellenmişti. Katip, derviş veya yol arkadaşı kılığına giren suikastçılar, hedeflerini en savunmasız anlarında yakalayarak hançer darbesiyle öldürmekle kalmıyor, toplumda derin bir güvensizlik ve korku atmosferi inşa ediyordu. Bu yöntem, fiziksel üstünlükten ziyade algı yönetimine dayalıydı. Tehdidin ne zaman, nereden geleceğinin bilinmemesi; örgütün varlığını her an, her yerde hissedilir kılıyor, düşmanın psikolojisini felce uğratıyordu. FETÖ ise bu benzer stratejiyi, teknolojik ve kurumsal imkânlarla daha sofistike biçimde güncellemiştir. Hançer yerine sınav soruları, açık saldırı yerine hukuk kisveli operasyonlar; kılık değiştirme yerine kurumsal kimlik kullanımı öne çıkmıştır. Yargı, emniyet, ordu ve üniversite gibi devletin sinir uçlarına yerleştirilen mensuplar, liyakat görüntüsüyle konum kazanmış, örgütsel sadakat esas alınarak kritik görevlerde etkili hale getirilmiştir. 2009 ile 2015 arasında yürütülen Ergenekon, Balyoz ve Askerî Casusluk gibi davalar, bu planlı ve çok katmanlı sızma stratejisinin çarpıcı sonuçları arasında sayılır. Haşhaşiler hançeri doğrudan düşmana saplarken, FETÖ’nün yürüttüğü hukuk operasyonları bireyleri itibarsızlaştırarak kamu vicdanında mahkûm etmeyi hedeflemiştir. Her iki yapı da doğrudan çatışma yöntemlerinden ziyade, sistemin içine yerleşip onu içeriden şekillendirmeyi esas alarak, zamana yayılan bir tahakküm kurma modelini benimsemiştir.
RAND Corporation ve Avrupa Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü (EUISS) gibi önde gelen stratejik analiz kuruluşları, FETÖ yapılanmasını çağdaş güvenlik literatüründe post-modern tehdit başlığı altında sınıflandırmaktadır. Bu yapı; devlete karşı doğrudan savaş açmak yerine, sistemin içine nüfuz ederek bürokrasi, yargı, eğitim ve güvenlik alanlarında çok katmanlı, uzun vadeli ve organize bir faaliyet yürütmüştür. Analizlerde öne çıkan temel özelliklerden biri, bu yapılanmanın ideolojik ya da etnik değil, dinî referanslar üzerinden inşa edilmiş olmasıdır. Bu durum, FETÖ’nün klasik sızma hareketlerinden ayrılan yönünü belirginleştirir. Dinî, örgütsel bağlılığı meşrulaştıran bir maske işlevi görmüş; görünürde sivil toplum faaliyeti yürüten yapılar, arka planda sistematik kadrolaşmanın aracı haline gelmiştir. Bu yönüyle FETÖ, hem ulusal güvenlik hem de toplumsal bağışıklık sistemine yönelik en karmaşık tehdit modellerinden biri olarak değerlendirilir.
Haşhaşiler, dinî metinleri doğrudan siyasi meşruiyet üretmek amacıyla kullanan ilk örgütlü yapılardan biri olarak dikkat çeker. Kur’an ve hadis yorumları, Sabbah’ın otoritesini mutlaklaştıracak şekilde yeniden şekillendirilmiş; dinî bilgi bireysel arınma ya da ahlaki inşa için kullanılmamış , liderin emirlerini meşru göstermek için araçsallaştırılmıştır. Fedailere verilen ölüm görevleri, şehadet söylemiyle kutsanmış; böylece itaat, ibadetin önüne geçirilmiş, inanç sadakatin temel ölçütü haline gelmiştir. FETÖ yapılanması bu yöntemi çok daha karmaşık ve sistematik biçimde güncelleyerek, Sünni İslam geleneği içerisinde benzer bir meşruiyet alanı kurmuştur. Fethullah Gülen’in yazıları ve konuşmaları, cemaat içinde vahiysel bir anlam kazanmış; Kur’an ayetleri, örgütsel bağlılığı güçlendirecek biçimde eğilip bükülmüş, dinî pratikler biçimsel görüntüden ibaret hale getirilmiştir. Caminin yerini ışık evleri, imamın yerini abi ve abla figürleri alırken; ibadet, bireyin Allah ile ilişkisini geliştirmekten çok örgüt disiplinini pekiştirme aracına dönüşmüştür. Her iki yapıda da din, özündeki ahlaki ve ilahî bağlamdan uzaklaştırılarak, mensuplar üzerinde zihinsel kontrol sağlayan bir yapı inşa etmek için kullanılmıştır. İnanç, kişisel anlam arayışının zemini olmaktan çıkarılıp, lider merkezli ideolojik bir sistemin taşıyıcısı haline getirilmiştir.
Bireyin inandığı yapıyla karşılaştığı somut gerçeklik arasında çelişki oluştuğunda, çoğu zaman inançtan vazgeçmek yerine gerçekle arasına mesafe koymayı tercih etmesi, sosyal psikolojide geniş biçimde tanımlanmış bir durumdur. Bu bağlamda, Leon Festinger’in geliştirdiği bilişsel çelişki teorisi, özellikle FETÖ gibi kapalı ve dogmatik yapılarda bireysel bağlılık biçimlerini anlamak açısından açıklayıcıdır. Teoriye göre, kişi inandığı değerlerle çelişen olgularla karşılaştığında, bilişsel tutarlılığı korumak adına gerçeği inkâr etme veya çarpıtma eğiliminde olur. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından bile pek çok FETÖ mensubunun örgüt liderine olan bağlılığını sürdürmesi, bu psikolojik mekanizmanın çarpıcı bir tezahürü olarak okunabilir. Sadece bireysel düzeyde sınırlı kalmak yerine , kolektif yapının bütününde, inancı sorgulamanın ihanet sayıldığı bir zihinsel kapanma hali söz konusudur. Bu çarpık bağlılık biçimini uluslararası düzlemde değerlendiren çalışmalar da bulunmaktadır. Nitekim Pew Research Center ile UNESCO tarafından yayımlanan raporlar, dinî yapıların özellikle genç zihinler üzerindeki etkilerini analiz ederken, FETÖ benzeri hareketleri dinî referanslarla şekillendirilmiş ideolojik yönlendirme aygıtları olarak tanımlamakta ve bu yapıların radikalleşmeyi tetikleyen temel aktörlerden biri olduğunu vurgulamaktadır.
Bu tür yapılarda zamanla oluşan mutlak bağlılık ve ideolojik körlük, mensuplarını kendi arzularını gerçekleştirmek uğruna her türlü ihanet ve şiddet eylemine yöneltebilir. İnançla örtülmüş örgütsel motivasyon, bireyi ahlaki kaygılardan ve hukuki sınırlardan uzaklaştırarak sistematik yıkımın parçası haline getirir. Bu durumun en açık örneklerinden biri, 15 Temmuz 2016 gecesi yaşanmıştır. FETÖ mensupları, yıllar boyunca devletin kritik kurumlarına yerleştirdikleri hücreleri eşzamanlı biçimde harekete geçirerek Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğine doğrudan müdahale girişiminde bulunmuştur. Girişim yalnızca siyasi iktidarı hedef almamış; halkın iradesi, meclisin bütünlüğü, medyanın işlevi ve milletin tarihsel hafızası da bu saldırının kapsamına alınmıştır. 15 Temmuz, görünürde askeri bir kalkışma gibi görünse de, özünde devlete yönelik kapsamlı bir ideolojik istila hamlesi niteliği taşımaktadır. Haşhaşiler, kalelere silahla girmemiş , daha zeki bir hamle ile güven kazanarak girmiş ve içeriden çökertmişti. FETÖ ise, devlete doğrudan saldırmak yerine onun bünyesine yerleşerek, kurumsal bağışıklık sistemini etkisiz hale getirmeye çalışmıştır. Türk milleti ise o gece yalnızca tankların önünde durmamış; örgütün uzun yıllara yayılan zihinsel kuşatmasına da direnmiş, kolektif bir bilinçle sokağa çıkarak bu kuşatmayı parçalamıştır.
Bu karanlık gecenin ardından ortaya konulan refleks, iç güvenlik açısından bir başarı örneği olmanın ötesinde, uluslararası düzlemde de dikkatle izlenmiş; Türkiye’nin kurumsal direncini, toplumsal bilincini ve hızla toparlanma kabiliyetini sergilemiştir. Egemenliğini hedef alan bu derin tehdidin bertaraf edilmesinden kısa süre sonra başlatılan Fırat Kalkanı Harekâtı ise, Türkiye’nin güvenlik mimarisini yeniden kurarken bölgesel düzeyde stratejik etkinliğini koruma iradesini ortaya koymuştur. Bu gelişmeler, uluslararası kamuoyuna Türkiye’nin yalnız iç krizlerle mücadele eden bir ülke olmadığını; kriz sonrası yeniden yapılanmayı yönetecek tarihsel bir kapasiteye sahip olduğunu göstermiştir.
Bu deneyim, benzeri yapıların farklı görünümlerle ve yöntemlerle tekrar sahneye çıkabileceğini kanıtlamaktadır. Bu nedenle alınacak tedbirler, güvenliğe indirgenmiş dar önlemlerin ötesine geçmeli; zihinsel ve kültürel bağışıklık sistemini inşa edecek stratejilerle desteklenmelidir. Eğitim politikaları eleştirel düşünme becerilerini önceleyen bir yaklaşımla yeniden tasarlanmalı; dinî alanda ise şeffaflık, hesap verebilirlik ve kurumsal denetim esas alınmalıdır. Dijital mecralarda yürütülen manipülatif içeriklere karşı toplumsal medya okuryazarlığı güçlendirilmeli, özellikle genç kuşakların sağlıklı kimlik ve aidiyet inşası desteklenmelidir. Ayrıca kurumlar arasında eşgüdümlü veri paylaşımı sağlayan erken uyarı mekanizmaları geliştirilmeli; farklı isimler altında yeniden yapılanmaya çalışan yapılar henüz nüfuz edemeden tespit edilip etkisiz hale getirilmelidir.
Kısaca her çağın kendi haşhaşileri vardır. Yöntemler, semboller, araçlar farklılaşsa da, amaç sabit kalır: bireyin zihinsel özgürlüğünü sınırlandırmak, toplumu yeniden biçimlendirmek ve devleti içeriden dönüştürmek. Bu yapılarla mücadelede başarı, salt güvenlik tedbirlerine dayanmaz; aynı zamanda bilgiyle, kurumsal hafızayla ve kolektif bilinçle güçlenen uzun vadeli bir direniş gerektirir. Türkiye’nin 15 Temmuz’da sergilediği direniş, yalnız geçmişte yaşanmış bir kriz anı olarak kalmayıp, gelecek kuşaklara aktarılarak süreklilik kazandırılması gereken bir teyakkuz mirası olarak da değerlendirilmelidir.
Tüm Şehitlerimize Sonsuz Rahmetle…